İhsan yalan söylemez!

“Altı yaşındayım, ama ailenin önemli bir bireyiyim. Koyun güderim, yani koyunlar bana emanet. Bir gün annem aradığı bir şeyi evde bulamayınca, oğlum sen mi aldın, diye sordu. Anne ben almadım, dedim. Annem yine aradı bulamadı, oğlum emin misin, diye yine sordu. Yine, anne ben almadım, dedim. Aramaya devam eden annem, oğlum almadığına emin misin, diye yeniden sorunca kızarak sesimi yükseltip, anne ben almadım, dedim. O sırada babam yanımızdan geçiyormuş, ki babamdan çok çekinirim, ne oluyor, diye anneme sordu. Annem dedi ki, aradığımı bulamıyorum, İhsan’a soruyorum, O da ben almadım, diyor. Babam bana döndü, gözümün içine bakarak, sen mi aldın oğlum, dedi. Ben almadım baba, dedim. Babam yürümeye devam ederken anneme, İhsan yalan söylemez, dedi ve çıktı gitti.”

Yakup Bey, bir an durdu. Sonra anlattığı anıyı yorumlamaya başladı.

“O an, İhsan için çok önemliydi. Babasının tanıklığı İhsan’da belli değerlerin pekişmesini sağlamıştı: ‘Babam bana güveniyor, babam bana inanıyor, ben yalan söylemem.’ Ve İhsan bu değerleri yetişkinliğine taşıdı. Bunu bana şöyle ifade etmişti: ‘Biliyor musunuz, aklımdan yalan söylemek geçse, mezarında babamın kemikleri sızlar diye düşünürüm ve yalan söyleyemem. Babam bana güvendi. Onu hayal kırıklığına uğratmak istemem. Babamı hayal kırıklığına uğratmak beni çok üzer. Şimdi artık babamı hayal kırıklığına uğratmanın ötesinde kendi varoluşuma yakıştıramam. Babam tanıklığıyla bana güvenilir bir insan olmanın değerini gösterdi, onun tanıklık yaptığı bu değer artık benim kendi değerim.'”

Doğan Cüceloğlu, Gerçek Özgürlük, Remzi Kitabevi, İstanbul

Yukarıdaki metnin ilk paragrafını okurken, farkında olmadan gözlerim doldu ve daha bitiremeden hıçkırıklarıma mani olamadan ağlamaya başladım. Yanımdaki koltukta bir bey, onun yanındakinde de 10-12 yaşlarında bir çocuk vardı. Utandım, kendimi tutmaya çalıştım ama olmadı, yapamadım. Kendimi tutmaya çalıştıkça daha da fena oldum. Sonunda koyverdim, gitti.

Ben ailemi çok seviyorum. Annemi, babamı, kardeşlerimi. Kısıtlı imkanlar içinde, acı/tatlı ve anlamlı bir çocukluk geçirdim. Fakat çocukluk anılarımda babamın yeri ayrıdır. Ona kendimi hiç bir zaman kabul ettiremedim. Ama bu sadece bana has bir durum değildi, onun fıtratı böyleydi. Gerçeği reddeder, başarıyı küçümser ve “Sen daha ne yaptın ki? Bir şey yaptığını mı zannediyorsun? Daha hiç bir şey yapmadın ve ben söyleyeyim mi, yapamayacaksın da! Senden bi yol olmaz!” derdi. Cümleler tam olarak bunlar değildi belki ama anlam itibarıyla benzer şeyler söylerdi. Amacı temizdi, biliyorum, sadece yanlış bir yöntem öğrenmişti ve işe yarayacağından emindi. Bu sözlerinin bizi daha iyisini yapmak için şevklendireceğine inanıyordu. Seven ama sevdiğini söylemeyen, okşamayan, değerli hissetttiremeyen babalardan, benim babam. Seni seviyorum baba, iyi niyetine inanıyorum ve hatalarını affediyorum. Biliyorum bağışlanma beklemiyorsun, çünkü tutumunun yanlış olduğunun farkında değilsin ama bir gün farkına varırsan bil diye söylüyorum, kızgın değilim sana.

Ama çok kırgınım baba.. çok kırgınım. Gerçeği söylediğimi bile bile bana -defalarca- yalancı dediğin için, bana inanmadığını, hayallerime inanmadığını, değerlerime inanmadığını her fırsatta söylediğin için o kadar kırgınım ki, bugün, en sevdiğim insanın azıcık bile olsa bana güvenmediğini hissetsem, aşırı tepki gösteriyorum ve farkında bile olmadan üzmekten en çok korktuğum kişiyi, Işığımı üzüyorum, bizi üzüyorum. Bugün gözyaşlarım söyledi bana bunu, dedi ki: “Sen dolusun çocuk.. içindeki hüznü kusamadın daha.. henüz iyileştiremedin kendini.. hatayı başkalarında aramaktan vazgeç artık.. aç da bak içine.”

Şu an bu yazıyı okumakta olan insan, ne var biliyor musun? Öğrenecek, keşfedecek çok şey var! Bunların en önemlisi hangisi biliyor musun, ve ulaşması en zor olanı? ‘Sen’sin! Benim açımdan bakacak olursak ‘Ben’im. ‘Biz’ keşfedilmeyi bekliyoruz. Çoğumuzun varlığından bile haberdar olmadığı ‘gerçek biz’ içimize hapsedildi. Soru sormayan, sorulara verilecek hazır cevaplarla donatılmış, üretmeyen, tüketen ve içinde bulunduğu ortamın kurallarına göre, programlandığı gibi hareket eden bir robotun içine hapsedildik. Biz şimdi böyleyiz. Ebeveynlerimiz de geçmişte kendilerinden öncekiler tarafından bu hale getirilmişlerdi. Biz de kendi neslimizi mi bir robotun içine hapsedeceğiz? ‘Biz’ bunu istemeyiz ama içine hapsedildiğimiz robotun varoluş gayesi bu. Eğer özümüze ulaşamazsak, içine hapsedildiğimiz robotun kontrol panelini ele geçiremezsek, kendi hayatımızın içinde kendimiz olarak varolamazsak, bizden sonra gelenler de bizimle aynı kaderi paylaşacaklar. Onlara bu kaderi kendi ellerimizle, biz vereceğiz: İçlerindeki o, tüm güzelliklerin kaynağı olan özü alıp, zamanla, çabayla, zorla bir robotun içine yerleştireceğiz ve kendimiz olamadan bu dünyadan göçüp gideceğiz.

Doğan Cüceloğlu’nun Gerçek Özgürlük isimli kitabını okumalısınız. Bu sayede, içinde yaşadığımız robotu, içinde yaşadığımız robot toplumunu ve robotlar evcil olsaydı yaşayabileceğimiz ve yaşatabileceğimiz o muazzam hayatı biraz olsun görebilirsiniz.

Yolculuğumuz uzun, zorlu bir yolculuk olacak ve savaşımız da hiç bitmeyecek. Ama biliyorum ki her saniyesine değer. Yola çıkmaya hazır mısınız?